Bir bellek metni olarak Akdeniz

Bir bellek metni olarak Akdeniz
27 décembre 2021 No Comments LMDP,Turquie Dr. Pinar AKA

Nous avons l’extraordinaire chance de publier en ce début d’année un très beau texte de Mme Pınar Aka à propos – évidemment – de Méditerranée. Un extrait de ce texte paraîtra bientôt au numéro X de la Revue Méditerranéenne de Droit Public (Itinérances juridico-poétiques en Méditerranée) mais, déjà, nous voulions vous en faire profiter.

Un immense merci à elle.

Le texte se trouve par ailleurs en deux versions : turque (vernaculaire) et française.

Bir bellek metni olarak Akdeniz

                            Pınar Aka

            “Akdeniz’i tutkuyla sevdim”[1] diye başlıyor Fernand Braudel, II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası isimli eserinin önsözüne. Bu dev eserin yazılış serüvenine baktığımızda, eserin büyük bir tutku ürünü olduğunu hemen anlıyoruz.

            Almanların 1940’ta Fransa’yı işgali sırasında Fransız ordusunda teğmen olan Braudel, esir düşerek Lübeck’te bir esir kampına gönderilmiş ve burada 1945 senesine kadar kalmıştır. İşte sözünü ettiğimiz eserini burada, hiçbir kaynağa ve Paris’te kalmış olan fişlerine başvurmadan, hafızasına dayanarak yazmıştır. Braudel’in Akdeniz üzerine yazdığı bir diğer kitabın isminin Bellek ve Akdeniz olması bu açıdan anlamlı.

II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, 1947 yılında Braudel’in Sorbonne Üniversitesi’nde doktora derecesini almasını sağlayacak ve 1949 yılında yayınlanacaktır. Bugün hâlâ Akdeniz üzerine yazılmış en kapsamlı eserlerin başında gelen bu kitap, aynı zamanda tarihçilikte de bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Zira Braudel, hükümdârlara ve soylulara odaklanan bir tarih anlayışından uzaklaşarak, köylüleri, çiftçileri, balıkçıları, tüccarları, zanaatkârları, gündelik hayatı, iklimi ve coğrafi yapıları tarihin öznesi haline getirmiştir. Bu anlayış, başlangıçta geleneksel tarihçiler tarafından dirençle karşılansa da zamanla kendini kabul ettirmiş ve Braudel, Sian Reynolds’un deyimiyle “büyük insani bilimler imparatorluğunu”[2] inşa etmeyi başarmıştır.

            Gerçekten de Braudel’in tarihçiliği, coğrafyanın yanı sıra, arkeoloji, ekonomi, sosyoloji, etnoloji gibi bilimlerle de paslaşmakta, bunlardan beslenmektedir. Öte yandan Braudel, eserlerinde çizgisel bir zaman anlayışını terk ederek, ele aldığı konuya göre değişkenlik gösteren esnek bir zaman anlayışını benimser. Mekân konusunda da önceden belirlenmiş katı sınırlara bağlı kalmayarak esnek davranır. “Tarih sadece duvarlarla çevrilmiş bahçeleri araştırmaya mahkûm edilemez” der Braudel.[3] Zira nelerin dâhil edilip nelerin dışarıda bırakılacağı konusunun tarihin en can alıcı meselesi olduğunun bilincindedir: “Bu ilk akla gelen çerçeveleme meseleleri, bütün diğer meseleleri de beraberinde getiriyor: sınırlamak demek, tanımlamak, incelemek, yeniden inşa etmek ve bunun sonucunda da bir tarih felsefesi seçmek, hatta benimsemektir”.[4]

            Zaman, mekân ve felsefe… Bunlar bir filozofun, Gaston Bachelard’ın sözlerini getiriyor akla: “Peteğinin bin gözünde mekân, sıkıştırılmış zamanı tutar. Mekân, bu işe yarar”.[5] Mekân, zamanı saklıyorsa, tarihi de saklıyor demektir. Belki de tarihi, kitaplardan değil de mekânın kendisinden öğrenmek daha anlamlıdır.

            Akdeniz hakkında yazılmış bütün bu makaleler, hatırat, kitaplar, yayınlar, araştırmalar… Bir kısmı, Braudel’in deyimiyle ‘saf tarih’[6] metinleri, diğerleri, tarihçilerin komşuları olarak gördüğü ve aynı ölçüde ilginç bulduğu, kavmiyatçılar, coğrafyacılar, botanikçiler, jeologlar, teknologlar tarafından yazılmış metinler…[7] Bir tarihçi bunları görmezden gelebilir, bunlardan kaçabilir mi? İlginç olmasına ilginç ama aynı zamanda ezici bir külliyat… Akdeniz, sanki belleğin ta kendisi.

            Braudel’in kendisi de Akdeniz’i araştırdığı yolculuğunda, bu konuda yazılmış metinler dağı altında âdetâ ezilmiştir.  “Seleflerimize karşı nankör görünme pahasına söylemek lâzım ki bu yayınlar yığını araştırmacıyı bir kül yağmuru gibi eziyor”[8] der ve ekler:

Bu incelemelerin çoğu, birçok bakımdan eskimiş olan dünün diliyle konuşuyorlar. Onları ilgilendiren, engin deniz değil, mozaiğinde bulunan küçücük bir taş, onun hareketli büyük hayatı değil, prenslerin ve zenginlerin tavırları, bizi ilgilendiren güçlü ve yavaş tarihle hiçbir ortak yanı olmayan muhtelif olguların tozları. Bu incelemelerin çoğunu yeniden ele almak, bütünün içinde konumlandırmak, onlara yeniden hayat vermek için onları ortaya çıkarmak gerekiyor.[9]

            Peki Akdeniz hakkında yazılmış ve çoğu bir ayrıntılar denizinde boğulan metinler yığınına nasıl yeniden hayat verilebilir? Onları sanatın dönüştürücü gücüne emanet etmek bir yol olabilir mi? Braudel’in aşağıdaki sözlerinden de, tarihi sanata yaklaştırmaya heveslendiği anlaşılıyor:

Kuşkusuz en iyisi, romancılar gibi, kişiyi istediğimiz yere yerleştirmek, onu hiç gözden kaçırmamak, onun yüce varlığını hep hatırlatmak olurdu. Maalesef ya da iyi ki mesleğimiz romanın hayranlık uyandırıcı esnekliklerine sahip değil.[10]

            Belli ki romancıların sahip olduğu özgürlük ve esneklik Braudel’e cazip gelmektedir. Ancak romanla kurduğu yakınlıktan çekindiği, bilimsel nesnelliğini kaybetmekten korktuğu da anlaşılmaktadır.

Romanın tarihten sıklıkla beslendiği, tarihin olaylarını ve kişilerini konu edinmekten hiç bıkmadığı bilinir ama tarihin de kaçınılmaz olarak bir kurgu olduğu, bilimsel olmaya çalışan bir roman gibi de okunabileceği pek düşünülmez. Peki tarih, kendini tüketmeden romana ne kadar yaklaşabilir? Kim bilir, gerçeği yansıtmak, tarihin hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamayacağı bir hayâldir belki de.

            Braudel’in sadece tarihin meselelerine değil, romanın meselelerine de kafa yorduğu seziliyor. Yazar, metin ve okur arasındaki ilişki de bunlardan biri sanki. “İç Deniz ile ilgili kendi hatıralarına, hayâllerine başvurarak bunlarla metnimi renklendirmek isteyecek okur, benim de elimden geldiğince yapmaya çalıştığım şeye, bu geniş varlığı yeniden yaratmama yardımcı olacaktır…” diyor Braudel.[11]

Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum adlı kitabında, bir metnin yorumlanmasında öne çıkabilecek üç yaklaşımdan sözeder. Bunlardan, yazarın metni yazarken anlatmak istedikleri olarak özetlenebilecek olan “yazarın niyeti”nin (intentio auctoris) ortaya çıkarılması çok güçtür ve çoğunlukla metnin yorumu açısından önem taşımaz. Okurun metinden çıkardığı anlamlar olarak tanımlanabilecek olan “okurun niyeti” (intentio lectoris) Eco’nun Rorty’den aktardığına göre, “metni ne yapıp edip kendi amacına hizmet eder şekle sokan” bir yorumlama yöntemidir. Eco’ya göre bunların dışında bir üçüncü olasılık daha mevcuttur: “Metnin niyeti” (intentio operis).[12] “Metnin niyeti”ni öne çıkaran yorumlarda, ‘yazar’ ya da ‘okur’ gibi metnin dışında kalan unsurlar kenara bırakılmakta, metnin kendisinin ortaya koyduğu anlamlar öne çıkmaktadır.

            Böylece tarihçinin ya da araştırmacının niyeti ne olursa olsun, onun anlattığı Akdeniz, okurun zihninde canlanan Akdeniz’den farklı olacak, okur, metne kendi duygularını, düşüncelerini, yaşantısını ve hatıralarını katacaktır. İşte ‘bellek’ kavramı bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.

            Peki metnin kendisi ya da Eco’nun deyimiyle ‘metnin niyeti’ nedir? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: Akdeniz’in kendisi bir metin olarak okunabilir mi? Braudel’in şu sözlerinden onun Akdeniz’i okunacak bir metin olarak gördüğü anlaşılıyor: “Onu görebildiğimiz ve sevebildiğimiz şekliyle deniz, geçmiş hayatıyla ilgili en büyük belge olmaya devam ediyor”.[13]

            Gelelim can alıcı soruya: Akdeniz nasıl bir metin olacaktır? Ya da soruyu, Terry Eagleton’un ortaya attığı ‘rüya metni’[14] kavramından esinlenerek biraz farklı bir şekilde soracak olursak, Akdeniz, bir bellek metni gibi okunabilir mi? Eğer okunabilirse, bu ‘bellek metni’ nasıl temellendirilebilir?

Braudel’in II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası isimli eserinde geliştirdiği ‘longue durée’ ya da ‘uzun süre’ kavramı ister istemez Bergson’un ‘durée’ (süre) kavramını çağrıştırmakta. ‘Longue durée’ kavramı, tarihin olaylarıyla ilgilenen geleneksel tarih anlayışından ve ekonomik ve sosyal tarihin döngüsel değişimlerinden farklı olarak doğanın dönüşümüne ve insanın çevreyle ilişkisine odaklanan çok uzun soluklu ve neredeyse donmuş bir tarih anlayışını getirmektedir. 

Bergson’un ‘durée’ (süre) kavramıysa, bellekle ilişkili bir kavramdır ve geçmişle gelecek arasında bellek vasıtasıyla bir köprü kurulmasına olanak sağlar. Bergson’a göre, “bir algı ne kadar kısa olursa olsun, gerçekte her zaman belli bir süreyi işgal eder ve dolayısıyla da, birçok anı birinden diğerine uzatan hafızanın bir çabasını zorunlu kılar”.[15] İşte hafızanın geçmişini, algının eyleme dönük geleceğine doğru uzatan da bu süre, ‘durée’dir.

            Denebilir ki Braudel’in ‘longue durée’si, Bergson’un ‘durée’sinin daha geniş bir zamana yayılmış halidir. Böylece bir kez daha tarihle insan belleği arasında ilişki kurulmuş olur. Tarih, bir anlamda dev bir bellek ya da dev bir bellek metni olur.

            Bergson felsefesiyle uyumlu bir şekilde zamana ve mekâna esneklik ve görecelilik kazandıran Braudel, bir anlamda tarihi daha insani de kılmaktadır. Belki de bu insanilikle uyumlu bir şekilde onun tarih anlayışının da bazı kör noktaları vardır.

            Sian Reynold’un belirttiğine göre, Braudel’in Annales tarih okulunun yönetimini devraldıktan sonra kendisine katılmasını istediği bazı yetenekli tarihçiler, bu kör noktaları ortaya çıkararak, ekonomik ve sosyal tarihin olgusal kesinliğinden uzaklaşıp bir ‘zihniyetler tarihine’ yönelmiştir.[16] Bunlara göre tarihin dünyası olaylardan ziyade algılardan oluşmakta ve insanların izlenimleriyle inşa edilmektedir.[17] Duby, Le Goff ve Ladurie gibi tarihçilerin öncülüğünü yaptığı bu yeni yaklaşım, eski Alman kültür tarihi tasarımlarına geri dönmekte ve arşiv malzemesinin yanı sıra, edebi ve sanatsal kaynaklara da başvurmaktadır.[18] Braudel ise, köylülerin ve tüccarların varoluş biçimlerine önem vermiş ama bunların sanatta ve edebiyatta ifade ediliş biçimlerini göz ardı etmiştir.[19]

            Kör nokta demişken, belleği hiç kuşkusuz unutuş kavramından ayrı olarak düşünmek mümkün değil. Tıpkı bellek gibi, tarihi de unuttuklarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Tarih denen bellek metninin boşlukları, görmedikleri ve görünmez kıldıkları da bir anlam taşıyor.

            İnsan merak etmeden edemiyor. Akdeniz hakkında yazılmış bunca metin, bu coğrafyanın ve bu denizin hangi yönlerini aydınlatıyor, hangilerini karanlıkta bırakıyor? Oysa Braudel, “Dünyada İç Deniz’den ve yansımalarıyla ışık verdiği topraklardan daha iyi aydınlatılmış bir alan yoktur”[20] diyor. Peki gerçekten öyle mi? Ya Akdeniz’le ilgili olarak gölgede kalanlar?

            Tarih üzerine düşünmek, bu tarihte nelerin görünür kılınacağı, nelerin görünmez kalacağı meselesini de gündeme getiriyor kaçınılmaz olarak. Braudel’in Bellek ve Akdeniz kitabına baktığımızda, Mısır, Yunan ve Roma mirasının öne çıktığını, örneğin Endülüs’ün, Selçuklu’un, Osmanlı’nın kültürel mirasının kitabın çerçevesinin dışında bırakıldığını görüyoruz. Sanki bir şeyler, belleğin öteki yüzünde, görünmez tarafında kalmış, Braudel, Akdeniz’in belleğini anlattığı kitabında bir şeyleri unutmuş ya da göz ardı etmiş.

Burada tarihin sınırlandırma meseleleri bir kez daha karşımıza çıkıyor. Akdeniz’in belleğinin hangi zaman dilimini kapsayacağı, can alıcı bir mesele olarak Braudel’in önünde. Belki de tarihçi bazı şeyleri hatırlarken, bazılarını unutmaya yargılı. Yaptığı seçimlerse tarihten çok, kendi zihnini, zihniyetini ele veriyor.

II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası isimli esere dönecek olursak, Braudel’in Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri gücününün zayıflamaya başladığı bir dönemi kitabın başlangıcı olarak seçmesi anlamlı. Zaten kitapta Osmanlı İmparatorluğu daha ziyade savaşlar bağlamında görünür oluyor. Osmanlı’nın kültürel dünyası, kitabın kör noktalarından biri. Braudel’in Akdeniz üzerine yazdığı ciltler dolusu kitaplarında bile sanki hâlâ bir şeyler eksik.

Bu kör noktaları ve eksiklikleri yalnızca Braudel’e maletmek, ona haksızlık etmek olur. Bunlara Batılı tarihçilerin eserlerinde sıklıkla rastlamak mümkün. Bunların kaynağını bulmak için belki de işe en başından, ‘Akdeniz’ kelimesinin etimolojisinden başlamak gerekiyor.

            Latincedeki Mediterraneus’tan gelen ve ‘orta’ anlamına gelen ‘medi’ ve ‘toprak’ anlamına gelen ‘terra’ sözcüklerinin bileşiminden oluşan Fransızca’daki ‘Mediterranée’ ya da İngilizce’deki ‘Mediterranean Sea’ isimlerinden farklı olarak Türkçe’de ‘Akdeniz’ isminin kullanılması ilginç. Her ne kadar ‘beyaz’ rengi aydınlığı ve görünürlüğü imlese de, buradaki ‘ak’, renkten ziyade bir yönü ifade etmekte. Zira Türkler, yönleri belirlerken renkleri kullanır, onların dünyasında mavi ve yeşil doğuya, siyah kuzeye, kızıl güneye, beyaz ise batıya karşılık gelir.[21]

            Öte yandan, Akdeniz için Yunancada kullanılan ‘Mesogeios’ isminin ‘dünyanın ortası’ anlamına gelmesi, Romalıların ise ona ‘Bizim Deniz’ anlamına gelen ‘Mare Nostrum’ demesi dikkat çekici. Oysa ‘deniz’ imgesinin kendisi bir ele geçirilemezliği imlemiyor mu?

            Gerçekten de Akdeniz’in kimin denizi olduğu ya da olacağı konusu tarih boyunca pek çok ihtilafa sebep olmuş, bu uğurda çok sayıda çatışma, savaş yaşanmıştır. Thierry Hentsch, “kolektif muhayyilemiz bir hayâlî Doğu/Batı hattını acaba ne zaman çizmiştir?”[22] can alıcı sorusuna yanıt aradığı Hayâlî Doğu kitabında, bu hattın Akdeniz coğrafyasında meydana çıktığını ortaya koyar:

 Karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen ve asla kalıcı bir karışıma uğramaksızın, savaşta ve barışta birbirlerine el atan iki temel yapının sorunlu yan yanalığı. Zeytinyağıyla sirke kadar birbirini tamamlayan ve bir o kadar da birbirinden farklı: karışım çok lezzetli olabilir ama bölünme çizgisi hiç durmamacasına yeniden, yeniden ortaya çıkar. Ve bu çizgi hep var olmuş gibidir. Her şey sanki Doğu ile Batı ta Antikçağ’dan beri kendilerini tüketen ama bitmek tükenmek bilmeyen bir hesaplaşmaya girişmiş gibi olup bitmektedir, Akdeniz de bu hesaplaşmanın hem merkezi, hem hareket alanı, hem de ayrılma bölgesidir.[23]

Peki Thierry Hentsch’in sözünü ettiği ‘hayâlî Doğu’ gibi bir ‘hayâlî Akdeniz’ de var mıdır? Eğer varsa, yazarların ve şairlerin bu ‘hayâlî Akdeniz’in inşasına nasıl bir katkısı olmuştur? Bu deniz, yalnızca denizcileri, kâşifleri, tüccarları, hatta korsanları değil, sanatçıları, yazarları, şairleri de Doğu ve Batı diye bilinen bu iki dünya arasında taşıdı. İki dünya arasında Akdeniz sahasında gerçekleşen bütün etkileşimlerse bizi kaçınılmaz olarak Oryantalizm meselesine getiriyor.

19uncu yüzyıl boyunca, çoğunlukla deniz yoluyla, Doğu’ya doğru uzun yolculuklara çıkan François-René de Chateaubriand, Alphonse de Lamartine, Gérard de Nerval, Théophile Gautier, Gustave Flaubert ve Pierre Loti gibi seyyah yazarların edindikleri izlenimlerle yazdıkları metinler, hem Batı’nın Doğu’ya bakışını ortaya koyması, hem de Akdeniz coğrafyasının insanlarının, kentlerinin, geleneklerinin, gündelik hayatının, inançlarının birer bellek metni olarak nasıl sanata dönüştüğünü göstermesi bakımından anlamlı. ‘Hayâlî Akdeniz’in zamanda yolculuk etmesini sağlayan da yine bu metinler.

Diğer taraftan, bu seyyah yazar ve şairlerin rotalarını büyük ölçüde Doğu’ya kendilerinden önce gitmiş yazarların metinleri belirlemiştir. Nitekim “Nerval’in Şark yolculuğu Lamartine’inkinin, Lamartine’inki de Chateaubriand’ınkinin yolunu izledi” der Edward Said.[24]

            Edebiyatın yapı taşlarından oluşmadığını ve bütün eserlerin bir ırmak olarak düşünülebileceğini söyleyen Jorge Luis Borges’i hatırlayalım.[25]  Bu tasarıma göre her yapıt, diğer yapıtlarla doğrudan ilişki içersindedir. Orman ve labirent ise Borges’in geleneği işaret etmek için kullandığı diğer metaforlar.[26] Borges’in ırmak, orman ve labirent metaforlarına pekala ‘deniz’ metaforunu da eklemek mümkün. Üstelik bu metaforların hepsinin sadece edebiyat için değil, bellek için de kullanılabileceğini vurgulamak gerekiyor.

Bu noktada Braudel’in Akdeniz’i, bir denizden daha karmaşık, bir tür denizler labirenti gibi gördüğünü söylediği satırları zikretmek anlamlı olabilir. Bu denizi bir romancı gibi yazmaya özenen tarihçinin, ondaki şiirselliği de gördüğü anlaşılıyor:

Akdeniz bir deniz bile değil, bir ‘denizler bileşimi’ ve adalarla kaplı, yarımadaların kestiği, dal budak salmış kıyılarla çevrelenmiş denizlerle. Hayatı toprakla iç içe, şiirinin yarıdan çoğu köyle ilişkili, denizcileri zaman zaman köylü; o, dar göl kayıkları ya da tüccarların yuvarlak gemilerinin olduğu kadar zeytin ağaçlarının ve üzüm bağlarının da denizi ve kili nasıl ki onu yoğuran zanaatkârın ellerinden çekemezsek, onun tarihini de onu çevreleyen karalar âleminden ayıramayız.[27]

Braudel’in Akdeniz’i, bizi tarihin yalnızca öznesi değil, özü üzerinde de düşünmeye zorluyor. Gerçekliği yansıtması beklenen tarihle, ‘hayâlî’ bir şey olarak bilinen şiir arasındaki mesafe belki de o kadar büyük değil. Nitekim Theodor Adorno, “Lirik Şiir ve Toplum” başlıklı yazısında lirik şiirin, nesnel ve toplumsal olanı, öznellik vasıtasıyla yansıttığını söylüyor ve “liriğin tözündeki evrenselliğin toplumsal bir doğası vardır”[28] diyor. Borges’in tarihle şiiri ilişkilendirdiği şu sözler de anlamlı: “Ama düşünce aynı: sanat için, anılar için, şiir için, belki de unutulmak için yaratıldığımız düşüncesi. Ama bir şey kalacaktır, o da özde farkı olmayan tarih ya da şiirdir”.[29] Belki tarihle roman gibi, tarihle şiir arasındaki sınırları da silmek gerek.

            Akdeniz’in şiirini keşfetmek ya da onu bir şiir gibi okumak, denizin ve suyun sembolizmine daha yakından bakmayı zorunlu kılıyor.

            Öncelikle, suyun sembolizmi sınırlara meydan okuyor. Su, sınırları siliyor. Suyun zamanları ve mekânları bir araya getirme gücü var. “Su, sembolizminde her şeyi bir araya getirir”[30] demiyor mu Bachelard? Üstelik onun dille bağını kuran da yine o: “sonuç olarak suyun sözüyle insanın sözü arasında devamlılık vardır”[31]; “akışkanlık, bize gore, dil arzusunun ta kendisidir”.[32]

            Şimdi de şu soruyu soralım: Su, her şeyi bir araya getiriyorsa, bellek de bunu yapmıyor mu? Akdeniz… Sözcükleri, dilleri, imgeleri bir araya getiren bir deniz… Bir imgeler denizi…

            Bu denizde sadece denizciler, kâşifler, korsanlar, tüccarlar değil, diller de seyahat etti; sadece kumaşlar, şifalı otlar, kokular, baharatlar değil, sözcükler de ülkeden ülkeye taşındı.

            “Remember! Esto memor! Savurgan ruh, anımsa!”[33] diyordu Baudelaire ‘L’Horloge’ (Çalarsaat) şiirinde. Akdeniz, tıpkı bu şiirde olduğu gibi, birçok dilde birden anımsıyor. Ama unuttuğu da çok şey var. Sanki ‘Les Yeux d’Elsa’ (Elsa’nın Gözleri) şiirinde Aragon’un Elsa için söyledikleri, Akdeniz için de geçerli: “Gözlerin öyle derin ki onlarda hafızamı kaybediyorum”.

Deniz yolculuğu… Bu imge, bir yanda denizin ve suyun sembolizmini, bir yanda yolculuğunkini yüklenmiş yorgun bir gemi adeta.

“Ölüm bir yolculuktur ve yolculuk bir ölümdür”[34] diyor Bachelard ve soruyor: “Ölüm ilk Denizci olmamış mıdır?”[35]. Ancak Bachelard’a göre ölüm son yolculuk değildir. Tersine o, “ilk gerçek yolculuktur”.[36]

Oysa su ve deniz, Fransızca’da ‘deniz’ sözcüğünün ‘anne’ sözcüğüyle aynı şekilde okunmasıyla da uyumlu bir şekilde, doğuma ya da yeniden doğuma gönderme yapan anaç imgeler. Nitekim “Toprak ve sular, ölümden dirilişe geçişin gerçekleştiği anaç unsurlardır”[37] diyor Edgar Morin. Zaten yolculuk, özellikle de deniz yolculuğu, aynı zamanda bir ölümden kaçış olmasa, bir yeniden doğuş ümidini taşımasa, bu yolcular bunca büyük bir hevesle yolculuk eder, bu yolculukların bunca zahmetine katlanır mıydı?

            Nitekim Lamartine, toprağa ayak basar basmaz denizde geçen hayatını özlemeye başlar: “Ancak karaya dönüşün ilk hazlarını farkında olmadan tattıktan sonra, insan çoğu zaman gemi hayatının belirsizliğini ve bitmeyen çalkantılarını özleme eğiliminde oluyor”.[38] Gautier ise yolculuk aşkını susuzlukla ilişkilendirir:

“İçmiş olan, içecektir”, diyor atasözü; bu formülü hafifçe değiştirip ve doğruluğundan bir şey kaybetmeden şöyle diyebiliriz: “Yolculuk etmiş olan, yolculuk edecektir.” –Öteki susuzluk gibi görme susuzluğu da tatmin oldukça sönmek yerine tahrik olur. İşte Konstantinopolis’teyim ve şimdiden Kahire’yi ve Mısır’ı düşünüyorum. Birçok farklı zamanda ve birçok kez ziyaret ettiğim İspanya, İtalya, Afrika, İngiltere, Belçika, Hollanda, Almanya’nın bir bölümü, İsviçre, Yunan Adaları, Asya kıyısının bazı bölümleri bu kozmopolit gezip tozma arzusunu arttırmaktan başka bir şey yapmadı.[39]

            “Coğrafya kaderdir” der İbn Haldun. Akdeniz de pek çok insanın ve toplumun kaderi olmuş bir coğrafya. Peki Akdeniz hakkında yazılanlar da bu kaderin bir parçası mı?

            İtalo Calvino’nun ünlü “Görünmez Kentler”i yoksa görmezden gelinmiş bazı kentlerin kaderini mi anlatıyor? Evet, kentler ve şairlerin kentleri var. Görünmez kentler gibi, görünmez diller, görünmez şairler ve şiirler de var.

Bir türlü ayrılamadığı o Akdeniz şehri İskenderiye için “Bu şehir ardından gelecektir”[40] diyor Kavafis. Her şairin, nereye giderse gitsin kendisini takip eden bir kenti var sanki. Yahya Kemal’in İstanbul’u da böyle bir kent. “Bedri’ye Mısrâlar” şiirinde İstanbul’u, öte-dünyadan dünyada dönmek isteyeceği tek yer olarak resmediyor şair:

            Gelmek’çün ikinci bir hayâta,

            Bir gün dönüş olsa âhiretten;

            Her rûh açılıp da kâinâta,

            Keyfince semâda bulsa mesken;

            Tâlih bana dönse, nâzikâne;

            Bir yıldızı verse mâlikâne;

            Bîgâne kalır o iltifâta,

            İstanbul’a dönmek isterim ben.[41]

Bir sürgün sebebiyle gittiği Bodrum’a âşık olmuş ve Akdeniz’le özdeşleşmiş bir başka şair ve yazarı anmadan olmaz. Girit’te doğmuş, Bodrum’da yaşamış, İzmir’de ölmüş olan ve kendi isminden çok, Bodrum’da yaşarken benimsediği ‘Halikarnas Balıkçısı’ ismiyle tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan söz ediyoruz elbet. Sadece Merhaba Akdeniz, Yaşasın Deniz, Mavi Zamanlar isimli öykü kitapları, Mavi Sürgün isimli otobiyografik eseri ve yazılarının toplandığı Altıncı Kıta Akdeniz kitapları bile Akdeniz’in Halikarnas Balıkçısı için taşıdığı derin anlamı ortaya koymaya yeter. Altıncı Kıta Akdeniz kitabından alınmış şu anlamlı sözlerini zikretmeden geçmeyelim: “Akdenizli’nin karakteri ‘hayır’dan çok, ‘evet’ demeye yatkındır. ‘Evet’ demek istenir. ‘Evet’ demek o denli kolaydır ki! Aksine ‘Hayır’ deyince bir sıkıntı duyulur. Altıncı kıta ‘Evet! Evet!’ ülkesidir”.[42]

Halikarnas Balıkçısı, çocuklarının okula gidebilmesi için ailesini İzmir’e nakletmiş ve burada vefat etmiştir. Ancak, vasiyeti üzerine Bodrum’a gömülmüştür. Hayatı düşünüldüğünde, “Bodrum’da” isimli şiiri pek anlamlı.

            Yokuş başına geldiğinde

            Bodrum’u göreceksin,

            Sanma ki sen

            Geldiğin gibi gideceksin

            Senden öncekiler de

            Böyleydiler

            Akıllarını hep Bodrum’da

            Bırakıp gittiler…[43]

Yaşanan, bırakılamayan ya da gözü arkada kalarak istemeye istemeye terk edilen kentler… Peki ya belleğin kuytu köşelerinde unutulmuş olanlar? Görünmez kentler… İnsanın ardından gelen, en çok da onlar değil mi?

KAYNAKÇA

Adorno, Theodor W.  “Lirik Şiir ve Toplum”.  Edebiyat Yazıları.  Çev. Orhan Koçak ve Sabir

            Yücesoy. İstanbul: Metis Yayınları,  2004.

Alkan, Erdoğan.  Karanlıklar prensi Baudelaire.  İstanbul: Evrensel Kültür Kitaplığı, 1995.

Bacanlı, Eyüp, Ertuğrul Yaman Türk Dili El Kitabı.  Ankara: Grafiker Yayınları, 2009.

Bachelard, Gaston.  La poétique de l’espace.  Paris: Quadrige, 1998.

___. L’eau et les rêves.  Paris: José Corti, 1942.

Bergson, Henri. Matière et mémoire.  Paris: Quadrige, 1999.

Beyatlı, Yahya Kemal.  Kendi Gök Kubbemiz.  İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1967.

Borges, Jorge Luis.  Yedi Gece.  (Çev. Celal Üster).  İstanbul: Can Yayınları, 1994.

Braudel, Fernand.  La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II

            Paris: Armand Colin, 1990.

___. Memory and the Mediterranean.  Çev. Siân Reynolds.  New York: Alfred A. Knopf,

2001.

Burgin, Richard.  Borges ile söyleşi.  Çev. Alber Sabanoğlu.  İstanbul: Mitos Yayınları, 1994.

Çapan, Cevat.  Çağdaş Yunan Şiiri Antolojisi.  İstanbul: Artshop, 2009.

Eagleton, Terry.  Edebiyat Kuramı.  Çev. Esen Tarım.  İstanbul: Ayrıntı Yayınevi, 1990.

Eco, Umberto.  Yorum ve Aşırı Yorum.  Çev. Kemal Atakay.  İstanbul: Can Yayınları, 1997.

Gautier Théophile.  Constantinople.  Paris: Bartillat, 2008.

Halikarnas Balıkçısı.  Altıncı Kıta Akdeniz.  Ankara: Bilgi Yayınevi, 2007.

Hentch, Thierry.  Hayâlî Doğu.  Çev. Aysel Bora.  İstanbul: Metis, 1996.

Lamartine, Alphonse de.  Voyage en Orient.  Paris: Arlea, 2008.

Morin, Edgar.  L’homme et la mort.  Paris: Éditions du Seuil, 1970.

Said, Edward.  Şarkiyatçılık.  Çev. Berna Ülner.  İstanbul: Metis Yayınları, 1999.


[1] Fernand BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.11.

[2] Fernand BRAUDEL, Memory and the Mediterranean, s. xii.

[3] La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.18.

[4] a.g.e. s.12.

[5] La poétique de l’espace, s. 27.

[6] BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.13.

[7] a.g.e. s.13.

[8] a.g.e. s.13.

[9] a.g.e. s.13.

[10] a.g.e. s.11.

[11] a.g.e. s.11.

[12] s. 35.

[13] BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.11.

[14] Terry EAGLETON, Edebiyat Kuramı, s. 202.

[15] Henri BERGSON, Matière et Mémoire, s. 30-31.

[16] Fernand BRAUDEL, Memory and the Mediterranean, s. xvi.

[17] a.g.e. s. xvi.

[18] a.g.e. s. xvi.

[19] a.g.e. s. xvi.

[20] BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.13.

[21] Eyüp BACANLI, Ertuğrul YAMAN, Türk Dili El Kitabı, s. 35-36.

[22] s. 10.

[23] a.g.e. s. 17.

[24] Şarkiyatçılık, s. 188.

[25] Richard BURGİN, Borges ile söyleşi, s. 118.

[26] a.g.e. s. 36.

[27] BRAUDEL, La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II, s.12.

[28] Edebiyat Yazıları, s. 116.

[29] Yedi Gece, s. 15.

[30] L’Eau et les rêves, s. 170.

[31] a.g.e. s. 24.

[32] a.g.e. s. 210.

[33] Erdoğan ALKAN, Karanlıklar Prensi Baudelaire, s. 260.

[34] L’eau et les rêves, s. 89

[35] a.g.e. s. 87.

[36] a.g.e. s. 88.

[37] L’Homme et la Mort, s. 147.

[38] Alphonse de LAMARTİNE, Voyage en Orient, s. 552.

[39] Théophile GAUTİER, Constantinople, s. 25.

[40] Cevat ÇAPAN, Çağdaş Yunan Şiiri Antolojisi, s. 16.

[41] Yahya Kemal BEYATLI, Kendi Gök Kubbemiz, s. 65.

[42] HALİKARNAS BALIKÇISI, Altıncı Kıta Akdeniz, s. 24.

[43] www.antoloji.com/bodrum-da-siiri/

A propos de l'auteur méditerranéen ?

Leave a reply

Votre adresse e-mail ne sera pas publiée. Les champs obligatoires sont indiqués avec *

Ce site utilise Akismet pour réduire les indésirables. En savoir plus sur comment les données de vos commentaires sont utilisées.